28 Ekim 2015 Çarşamba

Son Zamanların Trendi : Yazarlık Atölyeleri

Son zamanların yeni trendi, yazarlık atölyeleri. Hiç katılmadığım ama atölyelerin kendi sitelerinden öğrendiğim kadarıyla, katılımcılara bilinçli okumayı ve çeşitli türlerde yazmayı öğrettikleri bir çalışma. Katılımcıların yazın alanındaki sınırlarını belirlemeye yönelik bir etkinlik. Peki, bu çağımızın yazmak, salt iki üç haftalık eğitimle mümkün müdür ? 

Bana sorarsanız, ki yazının amacı da konu hakkındaki fikrimi belirtmek zaten, hayır ! Elbette, bu işi meslek edinenlerin ya da ciddi anlamda ileride veya şu an kitap çıkarmayı düşünenler için eğitim şarttır. Çünkü, büyük kitlelere ulaşacak yazıların ya da edebi nitelikleri taşıması gereken eserlerin eğitimle harmanlanması, salt içten gelen yazma duygusuyla yetinilmemesi en doğrusu olacaktır. Ancak, yazılarınızı sadece arkadaş ortamında veya benim gibi twitterda yazıp ulaştığınız kitle az çok belli ise, atölyelere gidip yüzlerce lira harcamanızı anlamıyorum. Zira, biz bize yazıyoruz, amaç içimizdeki o yazma duygusunu az da olsa tatmin edebilmek. Yani yazdıklarınızın zorlama biçimde edebi olmasının hiçbir anlamı yok. Ha siz illa da edebi bir şeyler yazmak istiyorum, diyorsanız da bunun üstüne ciddi anlamda eğilir ve çokça denersiniz olur biter. 

Olaya biraz sığ bakıyor olabilirim ama  bu olay yani atölyelerin trend haline gelmesi ve normalde kitaplarını bile almadığınız yazarlara kadar önüne gelenin yazarlık atölyesi kurmasını aklım almıyor. Yaratıcı yazarlık deniliyor bir de. Yaratıcılığın insanın içinde olan bir şey olduğuna inanıyorum ben. Yetenek gibi bir şey. Eğitimle ki üstüne basa basa söylüyorum iki iç haftalık bir eğitimle, yaratıcılığınızı ne kadar arttırabilirsiniz ki ? 

Bu zamana kadarki katılımcılara ve bundan sonra gideceklere de saygı duyuyorum. Ancak, içinizden geldiği gibi, olduğunuz gibi yazsanız hem okuyucuya daha çok geçer hem de paranız cebinizde kalır bence.

Fobiler, fobilerimiz

Bu yazıda fobilere değinmek istiyorum. Zira eskiden 'hiç fobim yok ki' diye hava atan ben, zamanla saçma sapan fobileri olan biri oldum. Beni siz delirttiniz, evet evet, siz !

Gayet tabi, bana ne senin fobilerinden diyebilirsiniz ama bazıları için yalnız olmadığımı, fobi boyutunda olmasa da sizin de aynı konularda zaman zaman endişelendiğinizi biliyorum. O yüzden paylaşmak istedim, belki paylaştıkça azalır korkularımız.

İlk korkumla başlıyorum o zaman : Toplu taşıma araçlarından inememe korkusu. İstanbul gibi bir metropolde yaşayan birinin böyle bir korkusu olması başta saçma gözükse de işin aslı öyle değil maalesef. Öncelikle, günlük hayatta toplu taşıma kullanmadığımı belirtmem gerek. Değil otobüs, sarı dolmuşlara bile binmiyorum. Arkadaşlarımla buluşacaksam ya da alışveriş vs. için kullanıyorum sadece. O yüzden, toplu taşıma kültürüm sıfır ! Yanlış anlaşılmasın , bu durum zenginliğimden ya da burnu havada bir tip olduğumdan değil, öyle denk geldiği için. İkinci sebebim de, şehrin fazla kalabalık olması. İnsanlar adeta birbirlerinin üstüne çıkıyor, sanki toplama kampındayız da kaçan özgürlüğüne kavuşacakmış gibi bir hava. Gözünüzü seveyim az sakin olun, gideceğiniz yere bir yarım saat geç gitseniz ya da oturmadan gitseniz bi şey kaybetmesiniz bence. Yarım saat geç gitmek sizin için sorunsa, bi zahmet erkenden yola çıkın. Aksi halde, insanlıktan çıkıyorsunuz haberiniz yok. 

Sıra ikinci korkumda, o da kuşlar. Birkaç sene önce kuşlardan korktuğunu söyleyen bir arkadaşım vardı. O zamanlar, korkusunu komik bulmuş ve dalga geçmiştim. Bu yazıyı okuyorsan eğer, özür dilerim arkadaşım, sonuna kadar haklısın, bazen fazlasıyla korkutucu olabiliyorlar. 

Özrümü de diledikten sonra, bu korkumun sebebine geçiyorum. İlki, geçen sene martıların boşaltım sistemlerini çalıştırmak için başımı kendilerine uygun görmeleri. Daha kibar anlatırım diyen varsa, gelsin buyursun 😁 Diğeri de, yakın zamanda olan karga mevzum. Hayır, o da yapmadı. Sabah sabah uykulu halde yürürken neden bilmiyorum bir yere konma ihtiyacı hissetti ve kafamı seçti. 
Bu kuşların kafamla ne alıp veremedikleri var gerçekten bilmiyorum. Bugüne bugün, herhangi bir kuşa zarar vermişliğim de yoktur ama sevmiyorşar beni. Neyse canları sağ olsun. Artık, gökyüzüne baka baka yürüyorum. Bir kuş  görürsem de kaldırım değiştiriyorum. Ciddi ciddi fobi olup kaldılar. 

İşte bunlar, benim fobilerimdi. Bana bile bazen saçma geliyorlar ama düşündüğümde mantıklı sebepleri var. Sizin de varsa, yazın.

6 Eylül 2015 Pazar

Mutluysan Duyarsızsın

Son günlerde ülkemizde maalesef acı olaylar yaşanıyor. Aslında 'son günlerde' demek de pek doğru olmaz sanırım. Zira yıllardır yaşanan ve kolay kolay da son bulmayacak bir sorun bu. Ben görür müyüm bilmem ama günün birinde, bu terör olaylarının "kalıcı" bir çözüme ulaşması herkesin temennisi.

Şu an yazmakta olduğum yazı da bu temenni ve her gün yaşanan olaylara verilen tepkilerle alakalı. Herkesin aynı olay için aynı tepki vermesi beklenemez, en azından beklenmemeli. Ancak, sosyal medyada yazılan her yazıya ve paylaşılan her fotoğrafa yapılan yorumlar öyle rahatsız edici ki, bir iki kelime de ben yazmadan geçmek istemedim. 

Herkesin aynı tepki vermesini ve aynı duyarlılıkta olmasını beklemeyin. Kaldı ki, kimseye de hayatının normal akışına devam ediyor diye "duyarsız" yaftalaması hoş değil. Hoş olmamasının yanısıra rahatsız edici. Yorumun yapıldığı kişi için de, o yorumu okuyan benim için de. Bu noktada bir şeye daha değinmek gerekiyor sanırım. Senin kadar "duyarlı" değil diye karşı tarafa hakaret etmenin, toplu unfollow önerisi getirmenin ne anlamı var ? Rica ediyorum, bir yorum yapmadan önce kendinize, yapmacık duyarlılığınıza, klavye delikanlılığınıza bakın. Eğer hala rahatsız ediyorsa da, sessizce unfollow edersiniz ve mevzu kapanır. 

Son olarak da duyarlılık mevzusuna değinmek istiyorum. Duyarlılık, duyarlı olmak nedir allahaşkınıza ? Bir olayı kınadığınızı söylediniz, profiller siyah oldu, şehitlerimize başsağlığı vs. gibi cümleler kuruldu ve birkaç gün eğlenmeye gitmediniz ve duyarlı mı oldunuz şimdi ? Tamam o zaman, artık sizin gibi olmayan herkesi eleştirme hakkına sahipsiniz. Olur olmadık yerde saçma sapan yorum yapan arkadaşlara söylüyorum, sizi böyle bir hakkınız olduğuna ve duyarlılığın sadece bu olduğuna kim inandırdı bilmiyorum ama yok öyle bir şey. Üzgünüm ama kandırılmışsınız. Dünyanın gerçekleriyle tanışmamışsınız. Askerler resmi olarak savaş olmadığı halde bir savaş varmışçasına mücadelesini verir ve şehit olurken, mücadeleyi sonlandırması gerekenler maça gider ve giderken 'duyarlılık' adına şehit çocuğunu yanlarında götürürler. Ama siz eleştiriyi çok sevenler, en ufak bir duyarlılık gördüğünüz için bu hareketi alkışlarsınız ki bu da ironinin daniskasıdır. Çözebilmek mümkün değildir.

(En azından) Sosyal medyanın bu tiplerden bir gün arınabileceği düşüncesiyle iyi günler.

11 Nisan 2015 Cumartesi

Festivalde İlk Hafta

Uzun süreli olarak takip ettiğim tek festival olan -böyle deyince de takip ettiğim festival sayısı fazla oldu ama bir elin parmaklarını geçmez- İstanbul Film Festivali geldi çattı. Hatta ilk haftasını tamamladı bile. Bu festivalin tutkunları, biletler çıkar çıkmaz festival gişelerine akın etti ve bitmek tükenmek bilmeyen kuyruklar oluşturdu. Tabi bir sinemasever olarak, bu kuyrukların daha da uzamasını temenni ediyorum. Sinema aşkına, festival aşkına, bekleriz sıramızı. Programlar yapıldı, biletler alındı, sıra seçilen filmleri izlemeye geldi. Eminim, hepinizin festival programları birbirinden güzeldir. Naçizane benim de küçük ama güzel bir programım var. Bu programım kapsamında ilk hafta gittiğim iki film oldu. İlki, Robin Williams'ın anısına olan Can Dostum (Good Will Hunting), ikincisi ise İsrail Usulü Boşanma (Gett : The Trial Of Viviane Amsalem). İlkini zaten çoğunuz izlemişsinizdir. Gerçi ben filmi ilk defa izledim, o yüzden sinemada izleme fırsatını kaçırmak istemedim. Filmi seçmemde, filmi daha önceden izlememiş olmamın yanısıra Robin Williams'ın bu geçen sene aramızdan ayrılmasının da büyük rolü var. İkinci ve asıl anlatmak istediğim filme geliyorum. Zira bugün izlemiş olduğum filmin hala etkisindeyim.

İzlemeyenler için spoiler vermeden kısaca bahsedeyim. İsminden de anlaşılacağı üzere filmde bir boşanma davasını izliyoruz. Ancak bildiğiniz boşanma davalarından değil. İsrail usulü. Öncelikle,  İsrail denilince sizin aklınıza nasıl bir ülke geliyor bilmiyorum ama ben kesinlikle burada gösterilenden daha modern bir ülke hayal etmiştim. Burada gösterilen İsrail, gerek mahkeme salonunun ilkelliği gerekse yargı sisteminin ataerkilliği açısından çok geri kalmış gözüküyor. Bu noktada dönüp yaşadığım ülkeye bakıyorum, kanunlarımızda durum daha iç açıcı olsa da durum pek farklı değil. O yüzden filmi izlerken kendi yargı sistemimize ve toplumun bazı kesimlerinin - ki bugün 'bazı'dan çıkıp 'çoğu' olma yolunda ilerliyor- düşüncelerine eleştiri getirmek mümkün. 

Film, başlangıcından itibaren izleyicide duygu geçişlerine neden oluyor. Kâh ağlanacak halinize gülüyor, kâh boğazınızda bir şeylerin düğümlendiği hissediyorsunuz. Bu yüzden bir kadın olarak yer yer rahatsız edici gerçekliklerle dolu olduğunu söyleyebilirim. Burada insanı rahatsız eden 21.yüzyılda kadına olan bakış açısının hala yüzyıllar öncesine ait olması ve hiç gelişmemesi. Filmde de kadına ve kadının haklarına karşı erkeklerin ve yine kadının gözünden bir bakış söz konusu. Bu noktada ufak bir spoiler veriyorum kusura bakmazsanız, boşanmak kadının hakkı olarak görülse de kadının karar verebileceği bir şey olmaktan çok uzak. 

Özetle, festivalde son gösterimini -eğer yer bulabilirseniz- 15 Nisan'da Fransız Kültür Merkezi'nde yapacak bu filmi kaçırmayın derim. Kadın ve kadın hakları üzerine, hatta yargı sistemi üzerine gerçekleri yüzünüze pat pat çarpan bir film. İzlemekte fayda var.

Not : Festival izleyicisini her zaman daha nezih bulmuşumdur. (Tabi burada kendimden bahsetmiyorum :) ) Ancak bazen araya birkaç sinema adabından yoksun insanlar da karışabiliyor. Lütfen film başlamadan telefonları kapatalım, en kötü ihtimalle sessize alalım ve lütfen ama lütfen ışıklar kapandıktan sonra telefonları elimize almayalım !! Parlaklığını tamamen kapatsanız bile o karanlıkta göze çarpıyor ve rahatsız edici oluyor. 

Hepinize iyi festivaller dilerim, iyi seyirler !! 

20 Ocak 2015 Salı

Herkese Benden Çay

Tüm notlarımın açıklanmasıyla beraber zihnen çooook rahatlamış bir şekilde dedim artık yazmanın vakti geldi, aç şu blog sayfasını. Yanına da al şöyle mocha yapmaya çalışıp da sıcak çikolata - kahve karışımı adını koyamadığım içeceği ve başla yazına. 

Öncelikle belirtmek isterim ki herkese iyi tatiller ! Ders zamanı bitti artık, büt'ü olanlar için eğlence + çalışma, bütsüz bir dönem geçirenler için de gönül rahatlığıyla gezme vakti. Sizleri bilmiyorum ama ben ilk haftamı planladım bile ! Tatilin ilk iki günü çok ama çok sıkıcı olsa da bir planınız varsa dolu dolu eğlenmek, gülmek mümkün. Tatilin sizin için anlamı neyse ona göre plan yapmak lazım aslında. Mesela tatil benim için sene içinde okuldan, yoğunluktan dolayı görüşemediğim arkadaşlarla görüşme, gülmekten yüz kaslarımın ağrıdığını hissetme zamanı ya da tek başına veya bir arkadaşınla -sayıyı özellikle belirtiyorum çünkü sayı arttıkça olay amacından sapıyor- sinemaya ve kahve yapma keyfi. Tabi alışveriş ve evdeyken de kitaba ve dizilere gömülme halinden bahsetmiyorum çünkü onu okul zamanı da bol bol yapıyoruz. 

Sinemaya gitmek isteyenler için Başka Sinema'yı öneriyorum. Aranızda oluşumu başından beri takip edenler vardır belki ama ben öğreneli fazla olmadı. Birkaç aydır takip ediyorum ve fırsatını bulup ilk boş anımda da filme gittim hemen. Malum Oscar zamanı ve 22 Şubat'a kadar Oscar filmlerini izlemek adettendir. Maalesef  bu filmleri o büyülü törenden önce sinema salonlarında izleme fırsatınız olmuyor. Ancak Başka Sinema sayesinde Ocak ayı boyunca Whiplash ve Leviathan'a gitmeniz mümkün. Diğer filmler için ise mecbur diğer yolları deneyeceğiz. Sinema salonlarında izlemek daha zevkli oluyor ama bizi bu yollara itenler utansın ne diyelim ! 

http://www.baskasinema.com şunu da şöyle bıraktım bakarsınız

Sinema dışında da arkadaşlarınızla buluşup yiyiniz,içiniz efendim. Karnınıza ağrılar girene kadar gülün, spor yapmayı ihmal etmeyin, kuşlar gibi özgür olun ve çok ama çok mutlu olun. 

Herkese benden kocaman 'İyi Tatiller' !!

31 Aralık 2014 Çarşamba

Yılbaşı Temalı Post

Yeni yıla saatler kala yeni yıl temalı post atmanın zamanı geldi. İlk olarak söylemeliyim ki bugünün blog için bir anlamı daha var. O da dolu dolu bir seneyi tamamlamış olması. Evet, ani bir kararla, yılbaşında yine evde boş boş otururken açılan blog birinci yılını doldurdu. İlk yazımdaki vaatlerimin ne kadarı gerçek oldu bilemiyorum ama şunu söylemeliyim ki bana fazlasıyla iyi geldi. Kendime güzel bir yeni yıl hediyesi gibiydi, yıl boyunca bana hissettirdiği duygu bu yönde en azından. Umarım vakit ayırıp da okuyanlara güzel bir kaç dakika yaşatmışımdır. Ve tabi bu noktada benimle birlikte yazılarıma ortak olup, tanıyanlardan da yorum yapan arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız. 

Yeni yıl temasına dönersek yeniden. Bu yılbaşı da her seferinde olduğu gibi evdeyim ve hastayım. Üstelik bu sefer ders çalışma da üstüne eklendi. Finaller yakın, çalışmak tek çare. O yüzden çalışma masamda önümde kanunum, yanında açık olan ders kitabı ve not çıkarmak için kağıt ve kalemlerimle ve tabi ki bir hukuk öğrencisinin olmazsa olmazı fosforlu kalemlerimle yeni yıla girerim diye tahmin ediyorum. Umarım bu çalışmalar karşılığını verir de üzülmem sonrasında. Düşünsene millet dışarda mekanlarda çılgınca eğlenirken evde ders çalışıyorsun ve bir gram karşılığını alamıyorsun, ÇILDIRIRSIN ! İşte bu yüzden buradan da hocalarıma seslenmek istiyorum ; sayın hocalarım şu yılbaşında eğlenceye gitmeyip evde ders çalışan öğrencinize fazladan bir 5-10 puan, gönlünüzden ne koparsa verin be, yazıktır ! 

Klişelere de değinmeden olmaz tabi. Yeni yıl dileklerimi sıralayayım. Yeni yılda başta sağlık -annemin ameliyatından sonra en önemli şeyin bu olduğunu anladım, atalarımız haklıymış- sonra bütsüz geçireceğimiz bir yarıyıl, arkadaşlarla geçirilecek bol kahkahalı günler, izlenemeyen bölümleri bitirecek hatta üstüne yeni bölümler izlemelik boş vakit ve son olarak olmaz muhtemelen ama daha sakin, insan hayatının daha değerli olduğu bir ülke diliyorum. 

Hepinize iyi seneler 🎊🎉 

23 Aralık 2014 Salı

The Newsroom

Önceki yazım yabancı dizilerle ilgiliydi. Onların hayatımıza girişinden, yeni bölümlerini nasıl heyecanla beklediğimizden bahsetmiştim. Şimdi de 3 sezonda 25 bölüm evet yanlış duymadınız sadece 25 bölüm vermiş bir dizinin bitişinde hissettiklerimi anlatmak istiyorum sizlere. Dizinin ilk fragmanını izlediğimde nasıl merak ettiğimi, 3 sezon boyunca nasıl merakla yeni bölümleri beklediğimi ve final bölümünde ne hissettiğimi paylaşacağım sizlerle. Öncelikle bahsettiğim dizi The Newsroom. Arkadaşlarımla konuşmalarımdan çıkardığım bu diziyi izleyen sayısı fazla değil ama tabi bu izlenim benim çevremle sınırlı olduğu için kesin bir şey söylemek zor. 

Dizinin hikayesini kısaca anlatacak olursak bir anchormanimiz var haberleri sunan Will McAvoy karakteri (Jeff Daniels) son zamanlarda haberlerde haber vermekten çok talk show tadında bir sunum yapmakta. Aslında kendisi hukuk fakültesinden mezun ve oldukça ciddi biri. İzleyici kitlesiyle ve izlenme oranlarıyla mutlu olan, bunu önemseyen biri olarak çıkıyor karışımıza. Haberlerden ve Will'i uzun zamandır tanıyan biri olarak onun bu halinden memnun olmayan kanalın haber müdürü Charlie (Sam Waterson) duruma el atar ve Will'i evlenmek üzereyken aldatan Mackenzie'yi işe alır Will'le birlikte çalısması için. İşte bu andan itibaren ACN kanalı gerçekten haber yapmaya başlamıştır. Tabi bu arada diğer karakterler de diziye bağlıyor insanı.

Dizi Jeff Daniels'a Drama Dizilerinde En İyi Erkek Oyuncu dalında Emmy ödülü getirdi. Diziyi izlediyseniz ya da izlerseniz bu oyunculuğun ödülsüz kalmaması gerektiğini düşüneceksiniz siz de. Başlarda yaşadıklarından etkilenerek etrafına kalın bir duvar örmüş aslında içinde karşısındaki insanı umursayan ve düşünceli bir adamı başarıyla canlandırılması söz konusu. Ödül doğru yeri bulmuş diye düşünüyorum. Will'in eski sevgilisini oynayan Emily Mortimer da ilk olarak aksanıyla göze çarpıyor. Senaristler bunu farketmiş olacaklar ki dizide Mackenzie karakteriyle tanışanlar ilk başta aksanının gerçek olup olmadığını soruyorlar. 

Dizi hakkında başlangıcından itibaren düşüncelerime gelirsek kısaca şöyle anlatayım. ilk fragmanını izlediğimde çok etkilenmiştim. Fragmanda bir panelde bir üniversite öğrencisi 'Amerika neden dünyanın en iyi ülkesi ?' diye soruyordu. Dizi boyunca o akıcı, anlaşılır, aynı tondaki ve hızdaki konuşmasıyla Amerika'nın dünyanın en iyi ülkesi olmadığını istatistiki verilerle açıklıyordu Will McAvoy. Klasik Amerikan dizi ve filmlerinden farklı bir bakış açısı olarak düşünmüştüm bunu. Sonrasında da hep o merak ettiğim kamera arkası, haberlerin nasıl hazırlandığı vs. gibi sahnelerle diziye olan ilgi artıyor. En güzel tarafı ise dizinin düşmeyen temposu. Işte bu sebepler diziyi izlemek için yeter de artar bile.

Dizinin finalinde hissettiklerimi anlatmak istiyorum son olarak. Finalde dizi akılda kalan sorulara cevap niteliğinde kesinlikle. Sadece Maggie ve Jim karakterlerinin ilişkisi hakkında bir netlik yoktu ona da bir cevap alabilseydik daha güzel olurdu. Onun dışında son sahnede sonradan albümü olduğunu öğrendiğim Jeff Daniels ve diğerleri şarkı söyleyerek bitiriyorlar. 

Kesinlikle izlenmesi gereken bir dizi diye düşünüyorum. Ona sıra gelene kadar çooook dizim var diyenler için de yine de zaman ayırıp izleyin derim. 

İyi seyirler...