6 Ocak 2016 Çarşamba

Sahip Olduklarımızın Değerini Bilmek Üzerine

 Sosyal farkındalık konulu bir yazı ile karşınızdayım bugün. Duyarlılık kasmaya çalışmadan yaşadığım bir olayla - hatta an desek daha doğru sanırım - ilgili bir şeyler karalayacağım. Bu olay yaşanırken çoğu kişinin duyarsız kalmasına üzülmekle beraber sizlerin öyle olmadığını düşünerek anlatmaya başlıyorum.


 Her zamanki gibi kafamda bir ton düşünceyle yürüyorum, sanki her gün atomu parçalıyormuşum gibi. Görme engelli bir adam çarptı gözüme. Elinde değneğiyle iskeleye doğru yürüyordu o da. Birden durup 'İskele ne tarafta ?' diye sordu. Onlarca insan oradan geçiyordu aynı anda, hatta içlerinde iskeleye gidenler de vardı ancak biri de dönüp yardım etmedi. İnsanların acelesi olabilir tabi. Onu da anlayabiliyorum bir yerde ancak herkesin mi acelesi vardı ? Ya da simit tezgahının önünde duran amcanın da mı acelesi vardı ? Dedim ya, duyarlılık kasmak istemiyorum ama bunları düşünmeden de edemiyor insan. Neyse, aramızda biraz mesafe vardı adamla ama yardım isteğini duymuştum. Diğerleri gibi 'acelem olmadığından' durdum yanında. İskele bu tarafta, dedim, yönlendirdim. Koluma girer misiniz, dedi. İskeleye kadar eşlik ettim kendisine. Ne yöne gideceğini de sordum tabi ve sol taraf diye belirttim. Ve inanır mısınız, bana güvenmedi. Kendisi kontrol etmek istedi, o sırada vapurdan inenlerle çarpışma riskini göze alarak ! Tabi ki, bu hareketin benimle, kişiliğimle bir alakası yok, adama yardım etmek için durmuş sıradan biriyim ben, güvenmemesi için bir sebep yok. Ama belli ki vardı, belki de öncesinde yanlış yönlendirenler oldu diye düşündüm. Doğru yerde olduğunu anlayınca, teşekkür etti ve yoluma devam ettim. Ancak, diyorum ya her konuda bir ton düşünce geçiyor aklımdan diye, iskeleden eve gidene kadar o adamı düşündüm. Acaba gideceği yere gitti mi ? Doğuştan mı bu durumu yoksa sonradan mı oldu ? Günlük hayatında ne gibi zorluklarla karşılaşıyor ?

 Olayı hep birlikte oturup adama ya da benzer durumları yaşayan insanlara üzülelim diye anlatmıyorum. Ya da ben çok duyarlıyım, herkese yardım ederim demek de değil derdim. Sadece bir an için durup, günlük hayatta yapabildiklerimiz ve sahip olduğumuz imkanların değerini bilelim istiyorum. Kendimden örnek vereyim. Her sabah, kalkıp kendim giyinebiliyorum mesela, servisin kalkacağı yere kadar yürüyebiliyorum, okula gidebiliyorum mesela, eğitim alabilme hakkımı kullanabiliyorum. Yaşadığım şehirde savaş, olağanüstü hal yok ve istediğim zaman çıkıp gezebilirim. Eve dönerken canım bir şeyler istediğinde ya da bir ihtiyacım olduğunda bunu karşılayabileceğim param var cebimde. Baktığınızda bunlar basit şeyler. Bunlara zaten çoğu insan sahip ve bunun için mutlu olmak saçma gözükebilir. Ancak, bunlara sahip olmayanlar ve belki de hiç sahip olamayacak insanlar varken etrafınızda bunlara sahip olduğumuz için mutlu olmalıyız gibi geliyor bana. Evet, belki biraz Pollyannacılık ama gerçek yönü de var. İnancı kuvvetli bir insan değilim ama şükretmek dedikleri bu sanırım. Sahip olduğunuz imkanların ve belki de engelinizin olmayışının mutluluğunu yaşayın ya da deneyin en azından.

31 Aralık 2015 Perşembe

Yılbaşı Temalı Post

      Günlerdir beklenen gün geldi, çattı. Tabi ki, yılbaşından bahsediyorum !! Her yeni yılda, çoğu insan gibi etrafına neşe saçıyor ve hayatı, sorunları bir günlüğüne geride bırakıyorum ben de. Bir de malum, Amerikan filmlerinin etkisinde ortaya çıkmış bir kar klişesi vardır. Hani İstanbul'da yaşayanlar olarak çok da denk gelmediğimiz. İşte, bu yılbaşında o klişe de gerçekleşti ve yılbaşıseverler olarak heyecanımız tavan yaptı haliyle. Bugün işe, okula gitmek zorunda kalanlar için biraz işkence haline gelmiş olabilir ancak iş çıkışı siz de bu doğal güzelliğin farkına varacaksınız. Evde kalanlar için ise,  ekstra bir şey söylemeye gerek duymuyorum. Zira, dışarı çıktığımda gördüm ki, çoluk çocuk, genci yaşlısı özlenen kar beyazının tadını çıkarıyor. Artık kartopu oynayanlar, kardan adam yaparken elleri soğuktan donanlar ve daha niceleri coşkuyla sokaklarda ! Tabi ki, ben de kendimi dışarı attım ve hava mis gibiydi. Kar yığınlarına ilk ayak basan olmak için yolda zikzak çizip, bol bol fotoğraf ve snap attım. Yaşadığım anın güzelliğini sevdiklerimle paylaşmam gerekiyordu, yolun ortasında durup fotoğraf çekmekten pişman değilim :) Biraz alışveriş yaptım sonra, herkesin yüzü gülüyor. Yeni yılda evde girecek olanlar, son dakika ihtiyaçlarını alıyor, akşama yemekler, tatlılar yapılacak tabii. Her gün, böyle olsa keşke !


     Yılbaşını en sevdiğim olaylardan biri de, insanların normal zamandan daha mutlu ve neşeli olması. Herkes birbirine karşı, diğer zamanlara oranla daha fazla tahammül ediyor sanki. Gülen gözler, birbirlerine karşı iyi dilekte bulunmalar falan. Aslında özümüz iyi de, hayat karmaşasında iyiliğimizden biraz ödün veriyor gibiyiz. İyiliğimizi, neşemizi, hoşgörümüzü normal zamanda da kaybetmeyelim lütfen. Neyse mesajımı da verdiğime göre, esas konuya geçmek istiyorum, izninizle.

     Bugün, tanıdığınız tanımadığınız herkesten yeni yıla dair iyi dilekler ve klasik tebrik kalıpları duyacaksınız. Ben de şimdiden fazlasıyla duyduğumdan sizi klişelere boğmayacağım merak etmeyin. Önce 31 Aralık'ın blog açısından önemine değineceğim. Bilenler bilmeyenlere anlatsın, blogun 2.senesi bitti bugün. Daha önce, niye ve hangi hislerle açtığımı anlatmıştım. Yazma sevgimi sizlerle paylaşmak çok güzeldi. Bu sevgimi benimle paylaşanlar ve yazılarımı okuyanlar olarak iyi ki varsınız, teşekkürler ! Ve son olarak da, beklentiyi çok yükseltmeyin ama yeni yıla dair de çocuksu umutlarınızı kaybetmeyin efendim. İyi seneleeer !!!


25 Aralık 2015 Cuma

Yaşanmış Bir Cinsiyetçi Söylem Üzerine

2015'in son demlerini yaşadığımız şu günlerde hemen hemen herkesin içi kıpır kıpır. Yeni yıl heyecanı olarak adlandırabiliriz bunu. 2016'ya dair güzel dileklerimiz var, gerek kendimiz gerekse dünya için. İşte bu yazı da biraz bununla ilgili. Eğlenceli ve yeni yıl temasına daha uygun bir şeyler yazmak isterdim ama bugün şahit olduğum bir diyalog yüzünden isyanın hatta zaman zaman çirkefliğin dibine vuracağım dostlar, üzgünüm şimdiden.

Final haftasına hazırlık sebebiyle nerede sakin bir mekan bulsam, kitaplarımı kucaklayıp deyim yerindeyse kamp kuruyor ve birkaç saat boyunca yerimden kalkmadan çalışıyorum. Bugün de -klasik olacak ama- starbucks'a yolum düştü. Bahsettiğim yer de moda'da. Olayı değerlendirirken aklınızda bulunsun.

Olayımız da şu. İki arkadaş sohbet ediyorlar. Kahramanlarımızın ikisi de gsf mezunu ressamlar. Yaş ortalaması 30 civarı. İçlerinden birinin davası varmış bugün. Eşinden boşanacakmış ancak eşi evden çıkmıyor, ev kimde kalacak, onun davası da var. Başta, hukuk düzeninin bozukluğundan dert yanmalar oldu, normal dedim. Hangimiz şikayetçi değiliz ki, hele her gün yeni bir fiyasko ortaya çıkarken ? Sonrasında, kanı beynime çıkaran konuşmalar başladı. 

1) Hakim, adama ne iş yaptığını sormuş. Adam da ressam olduğunu belirtiyor. İşimi 20 dakika anlattım, anlamadılar diyor. E güzel kardeşim, söz konusu senin her gün kaç resim tamamladığın değil, sürekli bir gelirin olup olmadığı. Sana sorulan soruya cevap vermezsen, 20 dakika da anlatırsın, 20 gün de ! Karşıdaki de, hakim bayan mıydı, diye sordu. 

Hakimin cinsiyetinden sana ne ? Bayan - kadın ayrımına bile girmeyeceğim zira karşımızdaki insanlar, bunun ayrımına varamayacak kadar cinsiyetçiler. Hakim, erkek olsa kanuna göre iş yapmayacak sanki, sana ne cinsiyetinden, neyin ayrımını yapıyorsun ? Ayrıca, o küçümsediğin, kendini üstün gördüğün kadın, senin o entel entel takılıp geçirdiğin 4 seneyi kütüphanelerde sabahlayarak geçirdi muhtemelen. Rica ediyorum, uzvunuzla değil, beyninizle, o beyninizi dolduracağınız düşüncelerinizle üstün olmaya çalışın. Zira, düşünceleriniz bir et parçasından daha değerli.

2) Davada karar verilirken, kadınlar iki gözyaşı dökünce, kararlar kadınların lehine veriliyormuş. Hukuk sistemimizde, kadınlara pozitif ayrımcılık varmış. 
Bu dediğine, ilkokuldaki çocuklar bile inanmaz, ama sen inanıyorsun belli ki argüman bellemişsin kendine. 
Ayrıca, tecavüz davalarında takım elbise giydiği için iyi hal indirimi alan hemcinslerini unutma istersen. Ki, iki dava arasındaki ciddiyet ve önem farkına hiç girmiyorum.

Özetle, 5 dakikada cinsiyetçi söylemin dibine vurup gittiler. Üstelik, ben diplerinde oturuyordum nerdeyse ona rağmen. 2016'ya girerken hala bu söylemlerin olması acı, bu söylemde bulunanların kendini sanatçı olarak tanıtan insanların olması daha da acı. Ve belki de en acısı, bu söylemleri yıkamıyor oluşumuz. 

Bu yazı kaç kişiye ulaşacak bilmiyorum ama belki biri okur da dikkate alır diye ummak istiyorum. Fazlalığınız olan uzvunuza bu kadar anlam yüklemeyin, egonuzu bu kadar şişirmeyin. Önce sadece insan olduğu için karşınızdakine değer verin ve ondan değer görün. Çünkü, insan olmanın ötesinde hiçbir şey değiliz. 

28 Ekim 2015 Çarşamba

Son Zamanların Trendi : Yazarlık Atölyeleri

Son zamanların yeni trendi, yazarlık atölyeleri. Hiç katılmadığım ama atölyelerin kendi sitelerinden öğrendiğim kadarıyla, katılımcılara bilinçli okumayı ve çeşitli türlerde yazmayı öğrettikleri bir çalışma. Katılımcıların yazın alanındaki sınırlarını belirlemeye yönelik bir etkinlik. Peki, bu çağımızın yazmak, salt iki üç haftalık eğitimle mümkün müdür ? 

Bana sorarsanız, ki yazının amacı da konu hakkındaki fikrimi belirtmek zaten, hayır ! Elbette, bu işi meslek edinenlerin ya da ciddi anlamda ileride veya şu an kitap çıkarmayı düşünenler için eğitim şarttır. Çünkü, büyük kitlelere ulaşacak yazıların ya da edebi nitelikleri taşıması gereken eserlerin eğitimle harmanlanması, salt içten gelen yazma duygusuyla yetinilmemesi en doğrusu olacaktır. Ancak, yazılarınızı sadece arkadaş ortamında veya benim gibi twitterda yazıp ulaştığınız kitle az çok belli ise, atölyelere gidip yüzlerce lira harcamanızı anlamıyorum. Zira, biz bize yazıyoruz, amaç içimizdeki o yazma duygusunu az da olsa tatmin edebilmek. Yani yazdıklarınızın zorlama biçimde edebi olmasının hiçbir anlamı yok. Ha siz illa da edebi bir şeyler yazmak istiyorum, diyorsanız da bunun üstüne ciddi anlamda eğilir ve çokça denersiniz olur biter. 

Olaya biraz sığ bakıyor olabilirim ama  bu olay yani atölyelerin trend haline gelmesi ve normalde kitaplarını bile almadığınız yazarlara kadar önüne gelenin yazarlık atölyesi kurmasını aklım almıyor. Yaratıcı yazarlık deniliyor bir de. Yaratıcılığın insanın içinde olan bir şey olduğuna inanıyorum ben. Yetenek gibi bir şey. Eğitimle ki üstüne basa basa söylüyorum iki iç haftalık bir eğitimle, yaratıcılığınızı ne kadar arttırabilirsiniz ki ? 

Bu zamana kadarki katılımcılara ve bundan sonra gideceklere de saygı duyuyorum. Ancak, içinizden geldiği gibi, olduğunuz gibi yazsanız hem okuyucuya daha çok geçer hem de paranız cebinizde kalır bence.

Fobiler, fobilerimiz

Bu yazıda fobilere değinmek istiyorum. Zira eskiden 'hiç fobim yok ki' diye hava atan ben, zamanla saçma sapan fobileri olan biri oldum. Beni siz delirttiniz, evet evet, siz !

Gayet tabi, bana ne senin fobilerinden diyebilirsiniz ama bazıları için yalnız olmadığımı, fobi boyutunda olmasa da sizin de aynı konularda zaman zaman endişelendiğinizi biliyorum. O yüzden paylaşmak istedim, belki paylaştıkça azalır korkularımız.

İlk korkumla başlıyorum o zaman : Toplu taşıma araçlarından inememe korkusu. İstanbul gibi bir metropolde yaşayan birinin böyle bir korkusu olması başta saçma gözükse de işin aslı öyle değil maalesef. Öncelikle, günlük hayatta toplu taşıma kullanmadığımı belirtmem gerek. Değil otobüs, sarı dolmuşlara bile binmiyorum. Arkadaşlarımla buluşacaksam ya da alışveriş vs. için kullanıyorum sadece. O yüzden, toplu taşıma kültürüm sıfır ! Yanlış anlaşılmasın , bu durum zenginliğimden ya da burnu havada bir tip olduğumdan değil, öyle denk geldiği için. İkinci sebebim de, şehrin fazla kalabalık olması. İnsanlar adeta birbirlerinin üstüne çıkıyor, sanki toplama kampındayız da kaçan özgürlüğüne kavuşacakmış gibi bir hava. Gözünüzü seveyim az sakin olun, gideceğiniz yere bir yarım saat geç gitseniz ya da oturmadan gitseniz bi şey kaybetmesiniz bence. Yarım saat geç gitmek sizin için sorunsa, bi zahmet erkenden yola çıkın. Aksi halde, insanlıktan çıkıyorsunuz haberiniz yok. 

Sıra ikinci korkumda, o da kuşlar. Birkaç sene önce kuşlardan korktuğunu söyleyen bir arkadaşım vardı. O zamanlar, korkusunu komik bulmuş ve dalga geçmiştim. Bu yazıyı okuyorsan eğer, özür dilerim arkadaşım, sonuna kadar haklısın, bazen fazlasıyla korkutucu olabiliyorlar. 

Özrümü de diledikten sonra, bu korkumun sebebine geçiyorum. İlki, geçen sene martıların boşaltım sistemlerini çalıştırmak için başımı kendilerine uygun görmeleri. Daha kibar anlatırım diyen varsa, gelsin buyursun 😁 Diğeri de, yakın zamanda olan karga mevzum. Hayır, o da yapmadı. Sabah sabah uykulu halde yürürken neden bilmiyorum bir yere konma ihtiyacı hissetti ve kafamı seçti. 
Bu kuşların kafamla ne alıp veremedikleri var gerçekten bilmiyorum. Bugüne bugün, herhangi bir kuşa zarar vermişliğim de yoktur ama sevmiyorşar beni. Neyse canları sağ olsun. Artık, gökyüzüne baka baka yürüyorum. Bir kuş  görürsem de kaldırım değiştiriyorum. Ciddi ciddi fobi olup kaldılar. 

İşte bunlar, benim fobilerimdi. Bana bile bazen saçma geliyorlar ama düşündüğümde mantıklı sebepleri var. Sizin de varsa, yazın.

6 Eylül 2015 Pazar

Mutluysan Duyarsızsın

Son günlerde ülkemizde maalesef acı olaylar yaşanıyor. Aslında 'son günlerde' demek de pek doğru olmaz sanırım. Zira yıllardır yaşanan ve kolay kolay da son bulmayacak bir sorun bu. Ben görür müyüm bilmem ama günün birinde, bu terör olaylarının "kalıcı" bir çözüme ulaşması herkesin temennisi.

Şu an yazmakta olduğum yazı da bu temenni ve her gün yaşanan olaylara verilen tepkilerle alakalı. Herkesin aynı olay için aynı tepki vermesi beklenemez, en azından beklenmemeli. Ancak, sosyal medyada yazılan her yazıya ve paylaşılan her fotoğrafa yapılan yorumlar öyle rahatsız edici ki, bir iki kelime de ben yazmadan geçmek istemedim. 

Herkesin aynı tepki vermesini ve aynı duyarlılıkta olmasını beklemeyin. Kaldı ki, kimseye de hayatının normal akışına devam ediyor diye "duyarsız" yaftalaması hoş değil. Hoş olmamasının yanısıra rahatsız edici. Yorumun yapıldığı kişi için de, o yorumu okuyan benim için de. Bu noktada bir şeye daha değinmek gerekiyor sanırım. Senin kadar "duyarlı" değil diye karşı tarafa hakaret etmenin, toplu unfollow önerisi getirmenin ne anlamı var ? Rica ediyorum, bir yorum yapmadan önce kendinize, yapmacık duyarlılığınıza, klavye delikanlılığınıza bakın. Eğer hala rahatsız ediyorsa da, sessizce unfollow edersiniz ve mevzu kapanır. 

Son olarak da duyarlılık mevzusuna değinmek istiyorum. Duyarlılık, duyarlı olmak nedir allahaşkınıza ? Bir olayı kınadığınızı söylediniz, profiller siyah oldu, şehitlerimize başsağlığı vs. gibi cümleler kuruldu ve birkaç gün eğlenmeye gitmediniz ve duyarlı mı oldunuz şimdi ? Tamam o zaman, artık sizin gibi olmayan herkesi eleştirme hakkına sahipsiniz. Olur olmadık yerde saçma sapan yorum yapan arkadaşlara söylüyorum, sizi böyle bir hakkınız olduğuna ve duyarlılığın sadece bu olduğuna kim inandırdı bilmiyorum ama yok öyle bir şey. Üzgünüm ama kandırılmışsınız. Dünyanın gerçekleriyle tanışmamışsınız. Askerler resmi olarak savaş olmadığı halde bir savaş varmışçasına mücadelesini verir ve şehit olurken, mücadeleyi sonlandırması gerekenler maça gider ve giderken 'duyarlılık' adına şehit çocuğunu yanlarında götürürler. Ama siz eleştiriyi çok sevenler, en ufak bir duyarlılık gördüğünüz için bu hareketi alkışlarsınız ki bu da ironinin daniskasıdır. Çözebilmek mümkün değildir.

(En azından) Sosyal medyanın bu tiplerden bir gün arınabileceği düşüncesiyle iyi günler.

11 Nisan 2015 Cumartesi

Festivalde İlk Hafta

Uzun süreli olarak takip ettiğim tek festival olan -böyle deyince de takip ettiğim festival sayısı fazla oldu ama bir elin parmaklarını geçmez- İstanbul Film Festivali geldi çattı. Hatta ilk haftasını tamamladı bile. Bu festivalin tutkunları, biletler çıkar çıkmaz festival gişelerine akın etti ve bitmek tükenmek bilmeyen kuyruklar oluşturdu. Tabi bir sinemasever olarak, bu kuyrukların daha da uzamasını temenni ediyorum. Sinema aşkına, festival aşkına, bekleriz sıramızı. Programlar yapıldı, biletler alındı, sıra seçilen filmleri izlemeye geldi. Eminim, hepinizin festival programları birbirinden güzeldir. Naçizane benim de küçük ama güzel bir programım var. Bu programım kapsamında ilk hafta gittiğim iki film oldu. İlki, Robin Williams'ın anısına olan Can Dostum (Good Will Hunting), ikincisi ise İsrail Usulü Boşanma (Gett : The Trial Of Viviane Amsalem). İlkini zaten çoğunuz izlemişsinizdir. Gerçi ben filmi ilk defa izledim, o yüzden sinemada izleme fırsatını kaçırmak istemedim. Filmi seçmemde, filmi daha önceden izlememiş olmamın yanısıra Robin Williams'ın bu geçen sene aramızdan ayrılmasının da büyük rolü var. İkinci ve asıl anlatmak istediğim filme geliyorum. Zira bugün izlemiş olduğum filmin hala etkisindeyim.

İzlemeyenler için spoiler vermeden kısaca bahsedeyim. İsminden de anlaşılacağı üzere filmde bir boşanma davasını izliyoruz. Ancak bildiğiniz boşanma davalarından değil. İsrail usulü. Öncelikle,  İsrail denilince sizin aklınıza nasıl bir ülke geliyor bilmiyorum ama ben kesinlikle burada gösterilenden daha modern bir ülke hayal etmiştim. Burada gösterilen İsrail, gerek mahkeme salonunun ilkelliği gerekse yargı sisteminin ataerkilliği açısından çok geri kalmış gözüküyor. Bu noktada dönüp yaşadığım ülkeye bakıyorum, kanunlarımızda durum daha iç açıcı olsa da durum pek farklı değil. O yüzden filmi izlerken kendi yargı sistemimize ve toplumun bazı kesimlerinin - ki bugün 'bazı'dan çıkıp 'çoğu' olma yolunda ilerliyor- düşüncelerine eleştiri getirmek mümkün. 

Film, başlangıcından itibaren izleyicide duygu geçişlerine neden oluyor. Kâh ağlanacak halinize gülüyor, kâh boğazınızda bir şeylerin düğümlendiği hissediyorsunuz. Bu yüzden bir kadın olarak yer yer rahatsız edici gerçekliklerle dolu olduğunu söyleyebilirim. Burada insanı rahatsız eden 21.yüzyılda kadına olan bakış açısının hala yüzyıllar öncesine ait olması ve hiç gelişmemesi. Filmde de kadına ve kadının haklarına karşı erkeklerin ve yine kadının gözünden bir bakış söz konusu. Bu noktada ufak bir spoiler veriyorum kusura bakmazsanız, boşanmak kadının hakkı olarak görülse de kadının karar verebileceği bir şey olmaktan çok uzak. 

Özetle, festivalde son gösterimini -eğer yer bulabilirseniz- 15 Nisan'da Fransız Kültür Merkezi'nde yapacak bu filmi kaçırmayın derim. Kadın ve kadın hakları üzerine, hatta yargı sistemi üzerine gerçekleri yüzünüze pat pat çarpan bir film. İzlemekte fayda var.

Not : Festival izleyicisini her zaman daha nezih bulmuşumdur. (Tabi burada kendimden bahsetmiyorum :) ) Ancak bazen araya birkaç sinema adabından yoksun insanlar da karışabiliyor. Lütfen film başlamadan telefonları kapatalım, en kötü ihtimalle sessize alalım ve lütfen ama lütfen ışıklar kapandıktan sonra telefonları elimize almayalım !! Parlaklığını tamamen kapatsanız bile o karanlıkta göze çarpıyor ve rahatsız edici oluyor. 

Hepinize iyi festivaller dilerim, iyi seyirler !!