8 Şubat 2016 Pazartesi

Oscar Maratonu 2

Oscar maratonunun ikinci perdesine hazır mıyız ? Yine iki filmle karşınızdayım : Bridge of Spies ve Brooklyn. Her izlediğim filmde favorim değişiyor, en sonunda da favorimi buraya yazarım belki bilemiyorum. Hadi başlayalım.

İlk film Brooklyn. Filmde göç sorunu temelinde bir aşk hikayesi var. Gerek Amerika'da gerekse ülkemizde büyük bir sorun bu. İnsanlar doğdukları yerde mutlu olamıyorlar ve başka yerlere göç ediyorlar. Bunun birçok sebebi ve yolu olabilmekle birlikte genel sebep ekonomik. Başrolümüz İrlanda'dan Amerika'ya Brooklyn'e çalışmak için gidiyor. Burada meşhur Amerikan Rüyası klişesiyle karşılaşıyoruz, tabi bunda 50'li yıllar olmasının da etkisi olabilir ama hala devam ediyor bu klişe malum. Bu rüya bir yere kadar gerçek oluyor da aslında. İyi bir yerde işi oluyor, istediği eğitimi alabiliyor, aşkı buluyor hatta ülkesine dönünce kendisine eskisi gibi davranmıyorlar. Tabi, evinden ailesinden uzakta olduğu için çok zorluk çektiği zamanlar da oluyor, kızın hakkını yemeyelim şimdi. Gurbette olduğu için gelen mektubu defalarca okumalar ve okudukça ağlamalar..

 Göç sorunun işlenmesi bakımından iyi bir filmdi ancak konunun eksik işlendiğini düşünüyorum. Oyunculuklar başarılı ancak senaryo eksik kalmış. Normal şartlar altında vizyonda denk gelsem, para verip izleyeceğim bir film olmazdı. O yüzden benim sıralamamda sonlarda yer alacak gibi gözüküyor, tabi Akademi ne der bilemiyorum. Son olarak da şunu söyleyeyim, dönem itibariyle kıyafetler konusunda başarılı buldum, dönemin kıyafetlerini genel olarak beğendiğimden de olabilir tabi.

İkinci filmimiz de Bridge of Spies. Açıkçası Steven Spielberg deyince, Tom Hanks deyince ve 'insprired by true events' de olunca film daha başında yakaladı beni. İki film dönem olarak birbirine yakın, Soğuk Savaş yılları. Tom Hanks bir avukatı canlandırıyor, filmi sevmemin bir nedeni de bu oldu tabi. Hanks, tabiri caizse laf olsun diye yargılanan bir casusu ipten alıyor. Burada insan hakları, adalet kavramı ve vatandaş kavramları sorgulanıyor.

Filmdeki sevdiğim bir sahneyi aktarmak istiyorum. Avukatla CIA ajanının konuşması hakkında bir sahne bu. Amerika gibi karma yapılı bir ülkenin nasıl ayakta kaldığının kanıtı gibi.

Donovan - Ben İrlandalıyım, siz Almansınız. Ama ikimizi de Amerikalı yapan şey nedir ? Kurallar kitabı. Buna Anayasa diyoruz ve kurallarını da kabul ediyoruz. Bizi Amerikalı yapan şey de bu. Hatta tek şey bu.

Basit bir söz gibi gözükebilir ancak alt metninin o kadar da basit olmadığını düşünüyorum. Filmde casusun elektrikli sandalyeden kurtulma nedeni ise takas amaçlı kullanılabilme ihtimali ki bu da filmin isminden de tahmin edebileceğiniz üzere bir köprüde sabaha karşı gerçekleştiriliyor. Takasın diğer tarafında casus uçağını kullanan bir pilot ve bir öğrenci var. Bunların olayı da uzun uzun anlatmak isterdim ancak yazacak o kadar çok şey var ki toparlamak zor olabilir.

Özetle, film Brooklyn, Moskova derken Berlin'e meşhur Berlin Duvarı'na kadar uzuyor ve savaş ve onun etkileri başlığı altında birçok alt metne sahip olan bir film çıkıyor karşımıza. Vizyona 27 Kasım'da girmiş ancak dikkatimden kaçmış. İzleyenler bir daha izlesin, izlemeyenler de mutlaka izlesin diyorum. Temiz bir zihinle izleyin zira üzerine konuşulacak çok şey var. Brooklyn ise pazar akşama doğru kafa boşaltmak amaçlı izlenebilecek bir film bence. Peki, Spotlight mı Bridge of Spies mı, diye soracak olursanız da sanırım Bridge of Spies. Tabi bu fikir Akademi'den bağımsız, sonucu hep beraber sabahlayıp göreceğiz.

İyi Seyirler !!!

5 Şubat 2016 Cuma

Oscar Maratonu Başladı !!!

       Ödül sezonuna girdik malum. Sırasıyla tüm dünyanın dört gözle beklediği ödüller sahiplerini buluyor. Oscar da bunlardan biri. Tabi ödül törenine biraz daha var. Aday filmlerden çoğu ülkemizde törenden sonra vizyona giriyor. Hatta girmeyenleri bile var şaşırtıcı şekilde. İşte bu yüzden, törenden önce son birkaç senedir yaptığım gibi Oscar maratonuna girdim, törene kadar filmleri izlemeye çalışacağım. Şimdi realist olalım, 'en iyi film' kategorisine aday olan filmleri izliyorum sadece. Yabancı filmler için üzgünüm, denk gelmeden izleyemiyorum maalesef. Maratona yeni başladım ve şimdilik izlediğim 2 film hakkında yazacağım. 8 Film var biliyorsunuz, izledikçe yazmak gibi bir planım var umarım başarabilirim. Bu yazının filmleri ; The Martian ve Spotlight.

    The Martian ile başlayalım. Biliyorsunuz ki, uzay insanların yıllardır en büyük merakı. Keşif amaçlı, belli aralıklarla keşif gezileri düzenleniyor. Başka gezegenlerde hayat var mı, sorusu herkesin aklını kurcalıyor. Onca gezegenin arasında piyango sadece Dünya'ya vurmuş olamaz. Zaten birtakım bulgular var biliyorsunuz. Film de biraz buna yönelik aslında. O klasik Hollywood filmi kurtarış kısmı geri planda kaldı benim için. Tabi, Mark (Matt Damon) kurtulduğunda sevinmedim desem yalan olur. Ancak, filmin o bölümü biraz abartı geldi. Hatta birazdan fazla. Film deyip geçmek lazım. Filmin benim için can alıcı kısmı, Mars'ta patates yetiştirilebiliyor olmasıydı. Gerçi, Mars topraklarında yetişiyor sayılmaz. Ancak, bir şekilde Dünya dışında hayatta kalınabileceğine dair bir oluşum ve akla mantığa yatkındı.

    Filmdeki şarkılara değinmek istiyorum. Soundtrack seçimini kim yaptıysa başarılı kesinlikle. Tabi, başka şarkılar da olabilirdi. Ancak, bu şarkılar için de kötü demek olmaz. Şarkıları seçen ekip, senaristten daha başarılı ona da değinmeden geçemeyeceğim. Film fena değil ancak izlemezseniz de bir şey kaybetmezsiniz bence.


   Spotlight ile devam edelim. Birazdan sayacağım övgülerden  de anlayabileceğiniz gibi bu iki film arasında Spotlight bir adım önde, hatta birkaç adım. İlk bakışta, 'based on a true story' denildiği an izlediğim, okuduğum her ne ise bir adım öne geçiyor benim için. Yaşanabilirliği ne kadar fazla olursa o kadar değerli benim gözümde. Tabi, bu kişiye göre değişebiliyor.

   Filme dönecek olursak, film çocuk istismarı üzerine, hem de papazlar tarafından yapılan bir istismar ! Aslında gerek ülkemizde gerekse diğer ülkelerde varlığını bildiğimiz ancak başımıza gelmediği sürece yok saydığımız bir gerçek bu. Suç olarak sayılmasına ve yaptırımı olmasına rağmen, mağdurların çoğu sessiz kaldığından failler gereken cezayı almıyor ve mağdurların sayısı gün geçtikçe artıyor. Mağdurların sessiz kalmasını da bir noktaya kadar anlayabilirim belki ama başka mağdurlar olmasın diye hukuki yollar sonuna kadar kullanılmalı diye düşünüyorum.

    Film, bir gazetedeki araştırma grubunun çalışmalarına dayandığından içimdeki gazetecilik aşkını da körükledi diyebilirim. Bir şeyleri araştırmak ve gizli bilgileri, belgeleri ortaya çıkararak bunları halka açıklamak hep yapmayı istediğim şeylerden biriydi sanırım. O yüzden gazetecilere - tabi işini hakkıyla yapan, yalaka olmayanlardan bahsediyorum - diğer mesleklere oranla biraz daha saygı duyuyorum diyebilirim. Köşe yazarı olmak istiyordum bir aralar da, tabi bunlar hep detay.

   Özetle, filmi gerçek olaylara dayanması bakımından ve toplumsal bir yaraya değiniyor olmasından dolayı başarılı buldum. Ekstra muhteşem bir oyunculuk gördüğümüzü düşünmüyorum ancak sevdiğim aktörler ve aktrisler oynuyor o yüzden oyunculuklar için de olumsuz bir şey söyleyemiyorum. IMDB'deki bilgiye göre film ülkemizde vizyona girmiyor ya da vizyon tarihi belli değil bilemiyorum. Vizyona girmiyorsa o da bizim ayıbımız olsun. Ancak, siz bir şekilde izleyin, izlettirin. Oscar alır mı bilemiyorum ancak izlenmesi gereken bir film kesinlikle. Ritmi de yüksek olduğundan bir solukta izlersiniz diye tahmin ediyorum.

    İyi Seyirler !!!


6 Ocak 2016 Çarşamba

Sahip Olduklarımızın Değerini Bilmek Üzerine

 Sosyal farkındalık konulu bir yazı ile karşınızdayım bugün. Duyarlılık kasmaya çalışmadan yaşadığım bir olayla - hatta an desek daha doğru sanırım - ilgili bir şeyler karalayacağım. Bu olay yaşanırken çoğu kişinin duyarsız kalmasına üzülmekle beraber sizlerin öyle olmadığını düşünerek anlatmaya başlıyorum.


 Her zamanki gibi kafamda bir ton düşünceyle yürüyorum, sanki her gün atomu parçalıyormuşum gibi. Görme engelli bir adam çarptı gözüme. Elinde değneğiyle iskeleye doğru yürüyordu o da. Birden durup 'İskele ne tarafta ?' diye sordu. Onlarca insan oradan geçiyordu aynı anda, hatta içlerinde iskeleye gidenler de vardı ancak biri de dönüp yardım etmedi. İnsanların acelesi olabilir tabi. Onu da anlayabiliyorum bir yerde ancak herkesin mi acelesi vardı ? Ya da simit tezgahının önünde duran amcanın da mı acelesi vardı ? Dedim ya, duyarlılık kasmak istemiyorum ama bunları düşünmeden de edemiyor insan. Neyse, aramızda biraz mesafe vardı adamla ama yardım isteğini duymuştum. Diğerleri gibi 'acelem olmadığından' durdum yanında. İskele bu tarafta, dedim, yönlendirdim. Koluma girer misiniz, dedi. İskeleye kadar eşlik ettim kendisine. Ne yöne gideceğini de sordum tabi ve sol taraf diye belirttim. Ve inanır mısınız, bana güvenmedi. Kendisi kontrol etmek istedi, o sırada vapurdan inenlerle çarpışma riskini göze alarak ! Tabi ki, bu hareketin benimle, kişiliğimle bir alakası yok, adama yardım etmek için durmuş sıradan biriyim ben, güvenmemesi için bir sebep yok. Ama belli ki vardı, belki de öncesinde yanlış yönlendirenler oldu diye düşündüm. Doğru yerde olduğunu anlayınca, teşekkür etti ve yoluma devam ettim. Ancak, diyorum ya her konuda bir ton düşünce geçiyor aklımdan diye, iskeleden eve gidene kadar o adamı düşündüm. Acaba gideceği yere gitti mi ? Doğuştan mı bu durumu yoksa sonradan mı oldu ? Günlük hayatında ne gibi zorluklarla karşılaşıyor ?

 Olayı hep birlikte oturup adama ya da benzer durumları yaşayan insanlara üzülelim diye anlatmıyorum. Ya da ben çok duyarlıyım, herkese yardım ederim demek de değil derdim. Sadece bir an için durup, günlük hayatta yapabildiklerimiz ve sahip olduğumuz imkanların değerini bilelim istiyorum. Kendimden örnek vereyim. Her sabah, kalkıp kendim giyinebiliyorum mesela, servisin kalkacağı yere kadar yürüyebiliyorum, okula gidebiliyorum mesela, eğitim alabilme hakkımı kullanabiliyorum. Yaşadığım şehirde savaş, olağanüstü hal yok ve istediğim zaman çıkıp gezebilirim. Eve dönerken canım bir şeyler istediğinde ya da bir ihtiyacım olduğunda bunu karşılayabileceğim param var cebimde. Baktığınızda bunlar basit şeyler. Bunlara zaten çoğu insan sahip ve bunun için mutlu olmak saçma gözükebilir. Ancak, bunlara sahip olmayanlar ve belki de hiç sahip olamayacak insanlar varken etrafınızda bunlara sahip olduğumuz için mutlu olmalıyız gibi geliyor bana. Evet, belki biraz Pollyannacılık ama gerçek yönü de var. İnancı kuvvetli bir insan değilim ama şükretmek dedikleri bu sanırım. Sahip olduğunuz imkanların ve belki de engelinizin olmayışının mutluluğunu yaşayın ya da deneyin en azından.

31 Aralık 2015 Perşembe

Yılbaşı Temalı Post

      Günlerdir beklenen gün geldi, çattı. Tabi ki, yılbaşından bahsediyorum !! Her yeni yılda, çoğu insan gibi etrafına neşe saçıyor ve hayatı, sorunları bir günlüğüne geride bırakıyorum ben de. Bir de malum, Amerikan filmlerinin etkisinde ortaya çıkmış bir kar klişesi vardır. Hani İstanbul'da yaşayanlar olarak çok da denk gelmediğimiz. İşte, bu yılbaşında o klişe de gerçekleşti ve yılbaşıseverler olarak heyecanımız tavan yaptı haliyle. Bugün işe, okula gitmek zorunda kalanlar için biraz işkence haline gelmiş olabilir ancak iş çıkışı siz de bu doğal güzelliğin farkına varacaksınız. Evde kalanlar için ise,  ekstra bir şey söylemeye gerek duymuyorum. Zira, dışarı çıktığımda gördüm ki, çoluk çocuk, genci yaşlısı özlenen kar beyazının tadını çıkarıyor. Artık kartopu oynayanlar, kardan adam yaparken elleri soğuktan donanlar ve daha niceleri coşkuyla sokaklarda ! Tabi ki, ben de kendimi dışarı attım ve hava mis gibiydi. Kar yığınlarına ilk ayak basan olmak için yolda zikzak çizip, bol bol fotoğraf ve snap attım. Yaşadığım anın güzelliğini sevdiklerimle paylaşmam gerekiyordu, yolun ortasında durup fotoğraf çekmekten pişman değilim :) Biraz alışveriş yaptım sonra, herkesin yüzü gülüyor. Yeni yılda evde girecek olanlar, son dakika ihtiyaçlarını alıyor, akşama yemekler, tatlılar yapılacak tabii. Her gün, böyle olsa keşke !


     Yılbaşını en sevdiğim olaylardan biri de, insanların normal zamandan daha mutlu ve neşeli olması. Herkes birbirine karşı, diğer zamanlara oranla daha fazla tahammül ediyor sanki. Gülen gözler, birbirlerine karşı iyi dilekte bulunmalar falan. Aslında özümüz iyi de, hayat karmaşasında iyiliğimizden biraz ödün veriyor gibiyiz. İyiliğimizi, neşemizi, hoşgörümüzü normal zamanda da kaybetmeyelim lütfen. Neyse mesajımı da verdiğime göre, esas konuya geçmek istiyorum, izninizle.

     Bugün, tanıdığınız tanımadığınız herkesten yeni yıla dair iyi dilekler ve klasik tebrik kalıpları duyacaksınız. Ben de şimdiden fazlasıyla duyduğumdan sizi klişelere boğmayacağım merak etmeyin. Önce 31 Aralık'ın blog açısından önemine değineceğim. Bilenler bilmeyenlere anlatsın, blogun 2.senesi bitti bugün. Daha önce, niye ve hangi hislerle açtığımı anlatmıştım. Yazma sevgimi sizlerle paylaşmak çok güzeldi. Bu sevgimi benimle paylaşanlar ve yazılarımı okuyanlar olarak iyi ki varsınız, teşekkürler ! Ve son olarak da, beklentiyi çok yükseltmeyin ama yeni yıla dair de çocuksu umutlarınızı kaybetmeyin efendim. İyi seneleeer !!!


25 Aralık 2015 Cuma

Yaşanmış Bir Cinsiyetçi Söylem Üzerine

2015'in son demlerini yaşadığımız şu günlerde hemen hemen herkesin içi kıpır kıpır. Yeni yıl heyecanı olarak adlandırabiliriz bunu. 2016'ya dair güzel dileklerimiz var, gerek kendimiz gerekse dünya için. İşte bu yazı da biraz bununla ilgili. Eğlenceli ve yeni yıl temasına daha uygun bir şeyler yazmak isterdim ama bugün şahit olduğum bir diyalog yüzünden isyanın hatta zaman zaman çirkefliğin dibine vuracağım dostlar, üzgünüm şimdiden.

Final haftasına hazırlık sebebiyle nerede sakin bir mekan bulsam, kitaplarımı kucaklayıp deyim yerindeyse kamp kuruyor ve birkaç saat boyunca yerimden kalkmadan çalışıyorum. Bugün de -klasik olacak ama- starbucks'a yolum düştü. Bahsettiğim yer de moda'da. Olayı değerlendirirken aklınızda bulunsun.

Olayımız da şu. İki arkadaş sohbet ediyorlar. Kahramanlarımızın ikisi de gsf mezunu ressamlar. Yaş ortalaması 30 civarı. İçlerinden birinin davası varmış bugün. Eşinden boşanacakmış ancak eşi evden çıkmıyor, ev kimde kalacak, onun davası da var. Başta, hukuk düzeninin bozukluğundan dert yanmalar oldu, normal dedim. Hangimiz şikayetçi değiliz ki, hele her gün yeni bir fiyasko ortaya çıkarken ? Sonrasında, kanı beynime çıkaran konuşmalar başladı. 

1) Hakim, adama ne iş yaptığını sormuş. Adam da ressam olduğunu belirtiyor. İşimi 20 dakika anlattım, anlamadılar diyor. E güzel kardeşim, söz konusu senin her gün kaç resim tamamladığın değil, sürekli bir gelirin olup olmadığı. Sana sorulan soruya cevap vermezsen, 20 dakika da anlatırsın, 20 gün de ! Karşıdaki de, hakim bayan mıydı, diye sordu. 

Hakimin cinsiyetinden sana ne ? Bayan - kadın ayrımına bile girmeyeceğim zira karşımızdaki insanlar, bunun ayrımına varamayacak kadar cinsiyetçiler. Hakim, erkek olsa kanuna göre iş yapmayacak sanki, sana ne cinsiyetinden, neyin ayrımını yapıyorsun ? Ayrıca, o küçümsediğin, kendini üstün gördüğün kadın, senin o entel entel takılıp geçirdiğin 4 seneyi kütüphanelerde sabahlayarak geçirdi muhtemelen. Rica ediyorum, uzvunuzla değil, beyninizle, o beyninizi dolduracağınız düşüncelerinizle üstün olmaya çalışın. Zira, düşünceleriniz bir et parçasından daha değerli.

2) Davada karar verilirken, kadınlar iki gözyaşı dökünce, kararlar kadınların lehine veriliyormuş. Hukuk sistemimizde, kadınlara pozitif ayrımcılık varmış. 
Bu dediğine, ilkokuldaki çocuklar bile inanmaz, ama sen inanıyorsun belli ki argüman bellemişsin kendine. 
Ayrıca, tecavüz davalarında takım elbise giydiği için iyi hal indirimi alan hemcinslerini unutma istersen. Ki, iki dava arasındaki ciddiyet ve önem farkına hiç girmiyorum.

Özetle, 5 dakikada cinsiyetçi söylemin dibine vurup gittiler. Üstelik, ben diplerinde oturuyordum nerdeyse ona rağmen. 2016'ya girerken hala bu söylemlerin olması acı, bu söylemde bulunanların kendini sanatçı olarak tanıtan insanların olması daha da acı. Ve belki de en acısı, bu söylemleri yıkamıyor oluşumuz. 

Bu yazı kaç kişiye ulaşacak bilmiyorum ama belki biri okur da dikkate alır diye ummak istiyorum. Fazlalığınız olan uzvunuza bu kadar anlam yüklemeyin, egonuzu bu kadar şişirmeyin. Önce sadece insan olduğu için karşınızdakine değer verin ve ondan değer görün. Çünkü, insan olmanın ötesinde hiçbir şey değiliz. 

28 Ekim 2015 Çarşamba

Son Zamanların Trendi : Yazarlık Atölyeleri

Son zamanların yeni trendi, yazarlık atölyeleri. Hiç katılmadığım ama atölyelerin kendi sitelerinden öğrendiğim kadarıyla, katılımcılara bilinçli okumayı ve çeşitli türlerde yazmayı öğrettikleri bir çalışma. Katılımcıların yazın alanındaki sınırlarını belirlemeye yönelik bir etkinlik. Peki, bu çağımızın yazmak, salt iki üç haftalık eğitimle mümkün müdür ? 

Bana sorarsanız, ki yazının amacı da konu hakkındaki fikrimi belirtmek zaten, hayır ! Elbette, bu işi meslek edinenlerin ya da ciddi anlamda ileride veya şu an kitap çıkarmayı düşünenler için eğitim şarttır. Çünkü, büyük kitlelere ulaşacak yazıların ya da edebi nitelikleri taşıması gereken eserlerin eğitimle harmanlanması, salt içten gelen yazma duygusuyla yetinilmemesi en doğrusu olacaktır. Ancak, yazılarınızı sadece arkadaş ortamında veya benim gibi twitterda yazıp ulaştığınız kitle az çok belli ise, atölyelere gidip yüzlerce lira harcamanızı anlamıyorum. Zira, biz bize yazıyoruz, amaç içimizdeki o yazma duygusunu az da olsa tatmin edebilmek. Yani yazdıklarınızın zorlama biçimde edebi olmasının hiçbir anlamı yok. Ha siz illa da edebi bir şeyler yazmak istiyorum, diyorsanız da bunun üstüne ciddi anlamda eğilir ve çokça denersiniz olur biter. 

Olaya biraz sığ bakıyor olabilirim ama  bu olay yani atölyelerin trend haline gelmesi ve normalde kitaplarını bile almadığınız yazarlara kadar önüne gelenin yazarlık atölyesi kurmasını aklım almıyor. Yaratıcı yazarlık deniliyor bir de. Yaratıcılığın insanın içinde olan bir şey olduğuna inanıyorum ben. Yetenek gibi bir şey. Eğitimle ki üstüne basa basa söylüyorum iki iç haftalık bir eğitimle, yaratıcılığınızı ne kadar arttırabilirsiniz ki ? 

Bu zamana kadarki katılımcılara ve bundan sonra gideceklere de saygı duyuyorum. Ancak, içinizden geldiği gibi, olduğunuz gibi yazsanız hem okuyucuya daha çok geçer hem de paranız cebinizde kalır bence.

Fobiler, fobilerimiz

Bu yazıda fobilere değinmek istiyorum. Zira eskiden 'hiç fobim yok ki' diye hava atan ben, zamanla saçma sapan fobileri olan biri oldum. Beni siz delirttiniz, evet evet, siz !

Gayet tabi, bana ne senin fobilerinden diyebilirsiniz ama bazıları için yalnız olmadığımı, fobi boyutunda olmasa da sizin de aynı konularda zaman zaman endişelendiğinizi biliyorum. O yüzden paylaşmak istedim, belki paylaştıkça azalır korkularımız.

İlk korkumla başlıyorum o zaman : Toplu taşıma araçlarından inememe korkusu. İstanbul gibi bir metropolde yaşayan birinin böyle bir korkusu olması başta saçma gözükse de işin aslı öyle değil maalesef. Öncelikle, günlük hayatta toplu taşıma kullanmadığımı belirtmem gerek. Değil otobüs, sarı dolmuşlara bile binmiyorum. Arkadaşlarımla buluşacaksam ya da alışveriş vs. için kullanıyorum sadece. O yüzden, toplu taşıma kültürüm sıfır ! Yanlış anlaşılmasın , bu durum zenginliğimden ya da burnu havada bir tip olduğumdan değil, öyle denk geldiği için. İkinci sebebim de, şehrin fazla kalabalık olması. İnsanlar adeta birbirlerinin üstüne çıkıyor, sanki toplama kampındayız da kaçan özgürlüğüne kavuşacakmış gibi bir hava. Gözünüzü seveyim az sakin olun, gideceğiniz yere bir yarım saat geç gitseniz ya da oturmadan gitseniz bi şey kaybetmesiniz bence. Yarım saat geç gitmek sizin için sorunsa, bi zahmet erkenden yola çıkın. Aksi halde, insanlıktan çıkıyorsunuz haberiniz yok. 

Sıra ikinci korkumda, o da kuşlar. Birkaç sene önce kuşlardan korktuğunu söyleyen bir arkadaşım vardı. O zamanlar, korkusunu komik bulmuş ve dalga geçmiştim. Bu yazıyı okuyorsan eğer, özür dilerim arkadaşım, sonuna kadar haklısın, bazen fazlasıyla korkutucu olabiliyorlar. 

Özrümü de diledikten sonra, bu korkumun sebebine geçiyorum. İlki, geçen sene martıların boşaltım sistemlerini çalıştırmak için başımı kendilerine uygun görmeleri. Daha kibar anlatırım diyen varsa, gelsin buyursun 😁 Diğeri de, yakın zamanda olan karga mevzum. Hayır, o da yapmadı. Sabah sabah uykulu halde yürürken neden bilmiyorum bir yere konma ihtiyacı hissetti ve kafamı seçti. 
Bu kuşların kafamla ne alıp veremedikleri var gerçekten bilmiyorum. Bugüne bugün, herhangi bir kuşa zarar vermişliğim de yoktur ama sevmiyorşar beni. Neyse canları sağ olsun. Artık, gökyüzüne baka baka yürüyorum. Bir kuş  görürsem de kaldırım değiştiriyorum. Ciddi ciddi fobi olup kaldılar. 

İşte bunlar, benim fobilerimdi. Bana bile bazen saçma geliyorlar ama düşündüğümde mantıklı sebepleri var. Sizin de varsa, yazın.