6 Aralık 2016 Salı

Telefon Detoksuna Var Mısınız ?

Geçen hafta ders çıkışı telefonum elimden düştü, başta bir şey yok sandım ancak kendisine daha doğrusu ekranına veda etmişiz maalesef. Yaptırmak için iki günlük bir süre beklemem gerekiyordu, peki telefonla yatıp kalkan biri olarak bu 2 günde nasıl yaşadım ?!

Telefonsuz da yaşanıyormuş arkadaşlar, öncelikle onu söyleyeyim. O iki günde sürekli bir şey yapmayı unutmuşum hissi vardı. Salt sosyal medya kullanamama durumundan bahsetmiyorum. Saate bakmak için bile telefonu kullanıyormuşum meğerse. Derste sıkıldığım her anda telefona gidiyormuş elim. Sabah uyanmak için bile onu kullanıyormuşum. Trafikte sıkılmamak için müzik dinlerken de yine yanımda o varmış. Özetle sevgilimden ayrılsam bu kadar buruk hissetmezdim sanırım. Bağımlılık yapıyor  diyorlar ya doğru, tecrübeyle sabit.

Buruk  ve 'iyi de ben şimdi ne yapacağım ?' sorusuyla geçen ilk anlardan sonra buna bir çözüm bulmalıyım, dedim. Öncellikle, laptopla teselli buldum, sosyal medya hesaplarımı kontrol ettim. Bazıları yok maalesef ve bu durum üzmedi değil. Bildirim amaçlı bir tweet attım, sanmıyorum ama ulaşmak isteyip de ulaşamayan olursa diye. Bir süre sonra -alışık olmadığımdan sanırım- laptoptan olan biteni kontrol etmek sıkıcı geldi ve kapattım hemen. Bu sürede sosyal medyadan uzak durma kararı aldım. Gündemden de uzak durmuş oldum ve net bir şekilde söyleyebilirim ki CAHİLLİK MUTLULUK ! Huzura erdim resmen, televizyon da izlemiyorum mis gibi oldu. Tavsiye ediyorum, iki günlük bile olsa sosyal medya detoksuna girin, bir deneyin. Bildirim geliyor diye tüm işlerimi kesik kesik yapıyormuşum, bu zorunlu detoks sayesinde işlerimin daha çabuk bittiğini gördüm. 

Özetle, bağımlılık haline getirdiğimiz maddi şeylerin aslında bir bağımlılık olmadığını farkettim. Hatta onlarsız daha da mutlu olabilme ihtimalimiz var. Bu ihtimali göz önünde bulundurup ara ara bu detoksa gireceğim sanırım. Huzur garantili, deneyin denettirin efendim. 

24 Mayıs 2016 Salı

Kaybettik, Albayım !

     Son zamanlarda o kadar dolmuşum ki, içimdekileri bir yere yazmak istedim. Bunu şu an neden public bir şekilde yaptığıma dair en ufak fikrim yok. Sanırım kimseye ulaşmayacak diye rahatım biraz. Sadece yazıp rahatlarım düşüncesiyle bir şeyler anlatacağım.

 

      İçimdeki histen bahsedeyim önce. Hani bazen bir şey olur etrafınızda sizden başkalarının hissettiği ama sizin bir türlü gerçek olduğuna inanmadığınız. Zamanla 'acaba olur mu ki?' demeye başlarsınız. Olacağına dair şeyler sezersiniz zamanla ama bir yandan da aklınıza ihanet etmek istemezsiniz. Çünkü gerçekçi bir yaklaşımla olmayacağını biliyorsunuzdur. Zaten başta elinizde de bir şey yoktur, o yüzden 'bana öyle geldi' der devam edersiniz hayatınıza. Sonra birden, en olmadık zamanda tekrar aynı düşünceler gelir. Bu sefer, bir adım daha yaklaştığınızı hissedersiniz. Fırsat gibidir, ayağınıza geldi sanırsınız. Ama yine de bir yanınız inanmak istemez. İşte olay burada başlıyor. Bir süre sonra, ikinci şans sanırım bu deyip değerlendirmek istersiniz ve işler karışır. Alışırsınız duruma. Ki işin kötü kısmı bu. Birine, bir şeye alışmak. Kolay kopamayan biriyseniz, alıştığınızdan yokluğunda ciddi zorluk çekersiniz. Ama bir yandan da kuyruğu dik tutmak adına bir şey yapmazsınız. Çünkü zaten üzülen tarafsınız ve daha da üzülmek istemezsiniz.


      Üzülmek konusuna da gelince, ben ki üzülmemek adına kendimi defalarca üzmüş insanım ama hala akıllanamamış olmam da iyiye işaret değil. Sanırım, kimseye bunu söylememek en doğrusu. Çünkü kendiniz hakkında verdiğiniz her bilgi, açık vermek gibi oluyor. En az hasarla atlatmak istiyorsanız, çok şey anlatmayın.


      Sanırım en önemlisi de, kendini kaptırmadan aklına ihanet etmemek. Diğerlerini bilmiyorum ama mantık çizgisinden birazcık kaysam bana iyi şeyler olmuyor. Bu sefer farklı olur belki deyip değişmeye çalışmayın, olmayacak. Kendinizi kandırmanın da bir anlamı yok. Mutluluğu bir gün bulacaksınız diye bir şey de yok. Evet, karamsar bir bakış açısı oldu. Ama şöyle düşünelim,  her türlü mutluluğu herkes yaşayacak olsa, dünya da mutsuz insan kalmazdı. Demek ki, bazılarımızın payına düşmüyor. Kabullenmek lazım. Yine kaderci bakış açısıyla yazıyı bitiriyorum. Olacağı varsa olur, çok şeyapmamak lazım.



 


28 Şubat 2016 Pazar

The Oscar Goes To..

Durun, başlamayın törene. Ben daha yazımı yazmadım. Ne kadar son dakikacı bir insan olduğumu bir kez daha tecrübe ettim ve bu son dakika yazısını okuyarak sizler de bana eşlik ediyorsunuz. Oscar'da bu sene 'en iyi film' dalında aday olan filmleri izleyip buraya yorumlarımı yazacağımı söylemiştim. İki film kalmıştı ve son filmimi törene saatler kala bitirdim. Yekta Kopan ve ona bu sene eşlik eden Ceyda Düvenci ben son filmimi izlerken yayına başladılar, güzel bir yayın ve tören olur umarım. Tabi, kırmızı halıyı da merak etmiyor değilim. Büyülü gecenizin bir o kadar büyülü geçmesi dileğiyle diyorum ve son iki filmin yorumunu yapıyorum. Filmler, Room ve Mad Max : Fury Road.

Az önce bitirdiğim Mad Max : Fury Road'dan başlayayım. Kendisi, klasik bir Hollywood filmi. Bol aksiyonlu, hatta aksiyon olsun diye bol saçmalamacalı bir film. Tom Hardy'i yakışıklılığından ve filmin başında o demir maske ile durabilmeyi başardığı için kutluyorum. O güzelim kızı, daha filmin başında öldüren senariste, yönetmene yazıklar olsun demeyi de ihmal etmeyeceğim. Özetle, aksiyon olarak fena değil ancak ben pek keyif alamadım. Görsel efekt, müzik falan alır belki bir şeyler.

Room ise kesinlikle konusu ve derinliği olan bir film. Alt metinlerini okuyabilmek adına, defalarca izlenebilir bence. Hele başroldeki Jack..muhteşem bir oyunculuk. O çocuğun geleceği parlak, demedi demeyin. Kadın, cinsiyetçi yaklaşım, aile ilişkileri, özgürlük, gerçeklik ve sanal dünya belki de daha niceleri..Filmde yok yok resmen. Özgürlük teması üzerine gidiliyor gibi gözükse de alt metinlerinin de oldukça geniş ve kapsamlı olduğu görüşündeyim. Beni etkileyen bir sahneyi anlatarak bitirmek istiyorum. Çocuk, elinde telefonla çizgi film izliyor. Aslında günümüz çocukları için çok basit, olağan bir şey ancak annesi tepki gösteriyor ve 'gerçek bir şeyle ilgilenmesini istiyorum' diyor. Teknolojiyle gerçek dünyadan ne kadar uzaklaştığımızın bir örneği aslında ve buna da bir eleştiri sahnesi olduğunu düşünüyorum. Bunun gibi daha çok  derin sahneleri olan bir film. Kesinlikle izlenmeli.

Fazlasıyla aceleye geldi bu yazı. Biraz daha derinliği olan bir şeyler yazıp telafi etmeye çalışacağım bir dahakine. Herkes gibi ben de tahminlerimi bir yere yazdım ve törenin başlamasını bekliyorum. Güzel bir gece olsun hepiniz için. Bakalım, küçük heykelcikler kimlere gidecek ??

15 Şubat 2016 Pazartesi

Oscar'a Adım Adım

 Oscar maratonu hızını kesmeden devam ediyor. Ben filmleri izlemeye devam ederken Oscar'ın habercisi olarak nitelendirilen BAFTA ödülleri sahiplerini buldu bile. Listeye bakma fırsatı bulduysanız, fark etmişsinizdir, öyle şaşırtıcı bir sonuç yok. Tabi, herkesin gönlünün birincisi ayrıdır ama genel yorumları okuyunca az çok böyle bir sonucu tahmin etmek zor değil. O büyülü geceye dair bir ipucu yakalamış olsak da filmleri izlemeye ve yorumlarıma devam edeceğim. Bu yazının filmleri The Big Short ve The Revenant.

 The Big Short ile başlayayım. Öncelikle kadrosu bir harika ! Christian Bale olsun, Ryan Gosling olsun pek beğenerek izlediğimiz aktörler. Tabi sadece oyunculuklarına dayanarak bu yorumu yapmadığımı anlamışsınızdır :) Filmin konusuna dönecek olursak, bu da bir 'based on a true story' filmi. Bu girişiyle beni yakaladı, kadrosu da etkiledi tabi, filme bir heyecanla başladım. Sistem eleştirisi üzerine kurulu bir yapım aslında ve eleştiri yine sistemin içindeki karakterlerden geliyor bu açıdan başarılı sayabiliriz. Ancak, filmin temposuyla ilgili sanırım dikkatim dağıldı ara ara ve toparlamak da zorluk çektim gibi. Belki daha kısa olsa, daha iyi olurdu bilemiyorum. Imdb'deki puanını muhtemelen finaliyle ve genel kurgusuyla almıştır ve oyunculuklarla tabi. Film, BAFTA'dan eli boş dönmedi ve 'en iyi uyarlama senaryo' ödülünü aldı. Özetle, filme bir şans verin, dikkatle izlerseniz daha çok keyif alabilirsiniz. Belki, ben de bir daha izlerim, kim bilir ?

 Meşhur film The Revenant'a geldi sıra. Hakkında o kadar çok şey yazıldı çizildi ki, daha izlemeden izlemiş kadar olduk. Gerek Leonardo'nun ayı sahneleri gerekse yıllardır Oscar'dan eli boş dönmesi olsun herkes bir şeyler söyledi. İşte ben de, 'bu kadar şişirilen film kesin fos çıkar' diyerek açtım, izledim. Ama itiraf ediyorum, öyle çıkmadı. Dedikleri gibi Leonardo DiCaprio, bu sene alnının teriyle alacak Oscar'ı. Ben olsam ödül konuşmamda 'bu heykelcik için bu kadar sürünmem gerektiğini bilmiyordum' falan derim herhalde. Yönetmen ve görüntü yönetmeni de olağanüstü bir iş çıkarmış. Ödülü en çok onlar hak ediyor bence. En iyi film olur mu, sorusuna cevabım da BAFTA'dan da tahmin edebileceğimiz gibi 'olur herhalde' diyebilirim. Ancak, benim gönlümün en iyisi maalesef 'the revenant' değil. Ama kesinlikle çok iyi bir yapım. İzleyin, izlettirin.

 Son iki film !! Araya bir de Carol 'ı sıkıştırmayı düşünüyorum, zira herkes Cate Blanchett'in oyunculuğundan bahsediyor. Haftanın ilk gününü güzel bir filmle sonlandırın, ruhunuza iyi gelir. Bu da günün tavsiyesi olsun. İyi Seyirler...

8 Şubat 2016 Pazartesi

Oscar Maratonu 2

Oscar maratonunun ikinci perdesine hazır mıyız ? Yine iki filmle karşınızdayım : Bridge of Spies ve Brooklyn. Her izlediğim filmde favorim değişiyor, en sonunda da favorimi buraya yazarım belki bilemiyorum. Hadi başlayalım.

İlk film Brooklyn. Filmde göç sorunu temelinde bir aşk hikayesi var. Gerek Amerika'da gerekse ülkemizde büyük bir sorun bu. İnsanlar doğdukları yerde mutlu olamıyorlar ve başka yerlere göç ediyorlar. Bunun birçok sebebi ve yolu olabilmekle birlikte genel sebep ekonomik. Başrolümüz İrlanda'dan Amerika'ya Brooklyn'e çalışmak için gidiyor. Burada meşhur Amerikan Rüyası klişesiyle karşılaşıyoruz, tabi bunda 50'li yıllar olmasının da etkisi olabilir ama hala devam ediyor bu klişe malum. Bu rüya bir yere kadar gerçek oluyor da aslında. İyi bir yerde işi oluyor, istediği eğitimi alabiliyor, aşkı buluyor hatta ülkesine dönünce kendisine eskisi gibi davranmıyorlar. Tabi, evinden ailesinden uzakta olduğu için çok zorluk çektiği zamanlar da oluyor, kızın hakkını yemeyelim şimdi. Gurbette olduğu için gelen mektubu defalarca okumalar ve okudukça ağlamalar..

 Göç sorunun işlenmesi bakımından iyi bir filmdi ancak konunun eksik işlendiğini düşünüyorum. Oyunculuklar başarılı ancak senaryo eksik kalmış. Normal şartlar altında vizyonda denk gelsem, para verip izleyeceğim bir film olmazdı. O yüzden benim sıralamamda sonlarda yer alacak gibi gözüküyor, tabi Akademi ne der bilemiyorum. Son olarak da şunu söyleyeyim, dönem itibariyle kıyafetler konusunda başarılı buldum, dönemin kıyafetlerini genel olarak beğendiğimden de olabilir tabi.

İkinci filmimiz de Bridge of Spies. Açıkçası Steven Spielberg deyince, Tom Hanks deyince ve 'insprired by true events' de olunca film daha başında yakaladı beni. İki film dönem olarak birbirine yakın, Soğuk Savaş yılları. Tom Hanks bir avukatı canlandırıyor, filmi sevmemin bir nedeni de bu oldu tabi. Hanks, tabiri caizse laf olsun diye yargılanan bir casusu ipten alıyor. Burada insan hakları, adalet kavramı ve vatandaş kavramları sorgulanıyor.

Filmdeki sevdiğim bir sahneyi aktarmak istiyorum. Avukatla CIA ajanının konuşması hakkında bir sahne bu. Amerika gibi karma yapılı bir ülkenin nasıl ayakta kaldığının kanıtı gibi.

Donovan - Ben İrlandalıyım, siz Almansınız. Ama ikimizi de Amerikalı yapan şey nedir ? Kurallar kitabı. Buna Anayasa diyoruz ve kurallarını da kabul ediyoruz. Bizi Amerikalı yapan şey de bu. Hatta tek şey bu.

Basit bir söz gibi gözükebilir ancak alt metninin o kadar da basit olmadığını düşünüyorum. Filmde casusun elektrikli sandalyeden kurtulma nedeni ise takas amaçlı kullanılabilme ihtimali ki bu da filmin isminden de tahmin edebileceğiniz üzere bir köprüde sabaha karşı gerçekleştiriliyor. Takasın diğer tarafında casus uçağını kullanan bir pilot ve bir öğrenci var. Bunların olayı da uzun uzun anlatmak isterdim ancak yazacak o kadar çok şey var ki toparlamak zor olabilir.

Özetle, film Brooklyn, Moskova derken Berlin'e meşhur Berlin Duvarı'na kadar uzuyor ve savaş ve onun etkileri başlığı altında birçok alt metne sahip olan bir film çıkıyor karşımıza. Vizyona 27 Kasım'da girmiş ancak dikkatimden kaçmış. İzleyenler bir daha izlesin, izlemeyenler de mutlaka izlesin diyorum. Temiz bir zihinle izleyin zira üzerine konuşulacak çok şey var. Brooklyn ise pazar akşama doğru kafa boşaltmak amaçlı izlenebilecek bir film bence. Peki, Spotlight mı Bridge of Spies mı, diye soracak olursanız da sanırım Bridge of Spies. Tabi bu fikir Akademi'den bağımsız, sonucu hep beraber sabahlayıp göreceğiz.

İyi Seyirler !!!

5 Şubat 2016 Cuma

Oscar Maratonu Başladı !!!

       Ödül sezonuna girdik malum. Sırasıyla tüm dünyanın dört gözle beklediği ödüller sahiplerini buluyor. Oscar da bunlardan biri. Tabi ödül törenine biraz daha var. Aday filmlerden çoğu ülkemizde törenden sonra vizyona giriyor. Hatta girmeyenleri bile var şaşırtıcı şekilde. İşte bu yüzden, törenden önce son birkaç senedir yaptığım gibi Oscar maratonuna girdim, törene kadar filmleri izlemeye çalışacağım. Şimdi realist olalım, 'en iyi film' kategorisine aday olan filmleri izliyorum sadece. Yabancı filmler için üzgünüm, denk gelmeden izleyemiyorum maalesef. Maratona yeni başladım ve şimdilik izlediğim 2 film hakkında yazacağım. 8 Film var biliyorsunuz, izledikçe yazmak gibi bir planım var umarım başarabilirim. Bu yazının filmleri ; The Martian ve Spotlight.

    The Martian ile başlayalım. Biliyorsunuz ki, uzay insanların yıllardır en büyük merakı. Keşif amaçlı, belli aralıklarla keşif gezileri düzenleniyor. Başka gezegenlerde hayat var mı, sorusu herkesin aklını kurcalıyor. Onca gezegenin arasında piyango sadece Dünya'ya vurmuş olamaz. Zaten birtakım bulgular var biliyorsunuz. Film de biraz buna yönelik aslında. O klasik Hollywood filmi kurtarış kısmı geri planda kaldı benim için. Tabi, Mark (Matt Damon) kurtulduğunda sevinmedim desem yalan olur. Ancak, filmin o bölümü biraz abartı geldi. Hatta birazdan fazla. Film deyip geçmek lazım. Filmin benim için can alıcı kısmı, Mars'ta patates yetiştirilebiliyor olmasıydı. Gerçi, Mars topraklarında yetişiyor sayılmaz. Ancak, bir şekilde Dünya dışında hayatta kalınabileceğine dair bir oluşum ve akla mantığa yatkındı.

    Filmdeki şarkılara değinmek istiyorum. Soundtrack seçimini kim yaptıysa başarılı kesinlikle. Tabi, başka şarkılar da olabilirdi. Ancak, bu şarkılar için de kötü demek olmaz. Şarkıları seçen ekip, senaristten daha başarılı ona da değinmeden geçemeyeceğim. Film fena değil ancak izlemezseniz de bir şey kaybetmezsiniz bence.


   Spotlight ile devam edelim. Birazdan sayacağım övgülerden  de anlayabileceğiniz gibi bu iki film arasında Spotlight bir adım önde, hatta birkaç adım. İlk bakışta, 'based on a true story' denildiği an izlediğim, okuduğum her ne ise bir adım öne geçiyor benim için. Yaşanabilirliği ne kadar fazla olursa o kadar değerli benim gözümde. Tabi, bu kişiye göre değişebiliyor.

   Filme dönecek olursak, film çocuk istismarı üzerine, hem de papazlar tarafından yapılan bir istismar ! Aslında gerek ülkemizde gerekse diğer ülkelerde varlığını bildiğimiz ancak başımıza gelmediği sürece yok saydığımız bir gerçek bu. Suç olarak sayılmasına ve yaptırımı olmasına rağmen, mağdurların çoğu sessiz kaldığından failler gereken cezayı almıyor ve mağdurların sayısı gün geçtikçe artıyor. Mağdurların sessiz kalmasını da bir noktaya kadar anlayabilirim belki ama başka mağdurlar olmasın diye hukuki yollar sonuna kadar kullanılmalı diye düşünüyorum.

    Film, bir gazetedeki araştırma grubunun çalışmalarına dayandığından içimdeki gazetecilik aşkını da körükledi diyebilirim. Bir şeyleri araştırmak ve gizli bilgileri, belgeleri ortaya çıkararak bunları halka açıklamak hep yapmayı istediğim şeylerden biriydi sanırım. O yüzden gazetecilere - tabi işini hakkıyla yapan, yalaka olmayanlardan bahsediyorum - diğer mesleklere oranla biraz daha saygı duyuyorum diyebilirim. Köşe yazarı olmak istiyordum bir aralar da, tabi bunlar hep detay.

   Özetle, filmi gerçek olaylara dayanması bakımından ve toplumsal bir yaraya değiniyor olmasından dolayı başarılı buldum. Ekstra muhteşem bir oyunculuk gördüğümüzü düşünmüyorum ancak sevdiğim aktörler ve aktrisler oynuyor o yüzden oyunculuklar için de olumsuz bir şey söyleyemiyorum. IMDB'deki bilgiye göre film ülkemizde vizyona girmiyor ya da vizyon tarihi belli değil bilemiyorum. Vizyona girmiyorsa o da bizim ayıbımız olsun. Ancak, siz bir şekilde izleyin, izlettirin. Oscar alır mı bilemiyorum ancak izlenmesi gereken bir film kesinlikle. Ritmi de yüksek olduğundan bir solukta izlersiniz diye tahmin ediyorum.

    İyi Seyirler !!!


6 Ocak 2016 Çarşamba

Sahip Olduklarımızın Değerini Bilmek Üzerine

 Sosyal farkındalık konulu bir yazı ile karşınızdayım bugün. Duyarlılık kasmaya çalışmadan yaşadığım bir olayla - hatta an desek daha doğru sanırım - ilgili bir şeyler karalayacağım. Bu olay yaşanırken çoğu kişinin duyarsız kalmasına üzülmekle beraber sizlerin öyle olmadığını düşünerek anlatmaya başlıyorum.


 Her zamanki gibi kafamda bir ton düşünceyle yürüyorum, sanki her gün atomu parçalıyormuşum gibi. Görme engelli bir adam çarptı gözüme. Elinde değneğiyle iskeleye doğru yürüyordu o da. Birden durup 'İskele ne tarafta ?' diye sordu. Onlarca insan oradan geçiyordu aynı anda, hatta içlerinde iskeleye gidenler de vardı ancak biri de dönüp yardım etmedi. İnsanların acelesi olabilir tabi. Onu da anlayabiliyorum bir yerde ancak herkesin mi acelesi vardı ? Ya da simit tezgahının önünde duran amcanın da mı acelesi vardı ? Dedim ya, duyarlılık kasmak istemiyorum ama bunları düşünmeden de edemiyor insan. Neyse, aramızda biraz mesafe vardı adamla ama yardım isteğini duymuştum. Diğerleri gibi 'acelem olmadığından' durdum yanında. İskele bu tarafta, dedim, yönlendirdim. Koluma girer misiniz, dedi. İskeleye kadar eşlik ettim kendisine. Ne yöne gideceğini de sordum tabi ve sol taraf diye belirttim. Ve inanır mısınız, bana güvenmedi. Kendisi kontrol etmek istedi, o sırada vapurdan inenlerle çarpışma riskini göze alarak ! Tabi ki, bu hareketin benimle, kişiliğimle bir alakası yok, adama yardım etmek için durmuş sıradan biriyim ben, güvenmemesi için bir sebep yok. Ama belli ki vardı, belki de öncesinde yanlış yönlendirenler oldu diye düşündüm. Doğru yerde olduğunu anlayınca, teşekkür etti ve yoluma devam ettim. Ancak, diyorum ya her konuda bir ton düşünce geçiyor aklımdan diye, iskeleden eve gidene kadar o adamı düşündüm. Acaba gideceği yere gitti mi ? Doğuştan mı bu durumu yoksa sonradan mı oldu ? Günlük hayatında ne gibi zorluklarla karşılaşıyor ?

 Olayı hep birlikte oturup adama ya da benzer durumları yaşayan insanlara üzülelim diye anlatmıyorum. Ya da ben çok duyarlıyım, herkese yardım ederim demek de değil derdim. Sadece bir an için durup, günlük hayatta yapabildiklerimiz ve sahip olduğumuz imkanların değerini bilelim istiyorum. Kendimden örnek vereyim. Her sabah, kalkıp kendim giyinebiliyorum mesela, servisin kalkacağı yere kadar yürüyebiliyorum, okula gidebiliyorum mesela, eğitim alabilme hakkımı kullanabiliyorum. Yaşadığım şehirde savaş, olağanüstü hal yok ve istediğim zaman çıkıp gezebilirim. Eve dönerken canım bir şeyler istediğinde ya da bir ihtiyacım olduğunda bunu karşılayabileceğim param var cebimde. Baktığınızda bunlar basit şeyler. Bunlara zaten çoğu insan sahip ve bunun için mutlu olmak saçma gözükebilir. Ancak, bunlara sahip olmayanlar ve belki de hiç sahip olamayacak insanlar varken etrafınızda bunlara sahip olduğumuz için mutlu olmalıyız gibi geliyor bana. Evet, belki biraz Pollyannacılık ama gerçek yönü de var. İnancı kuvvetli bir insan değilim ama şükretmek dedikleri bu sanırım. Sahip olduğunuz imkanların ve belki de engelinizin olmayışının mutluluğunu yaşayın ya da deneyin en azından.